Yüzlerce yıllık restaurantlarıyla ,Madrid’de ne yenir

İstanbul, Roma, Paris, Londra gibi kadim Avrupa şehirleriyle kıyaslanınca Madrid, genç hatta toy bir başkent.

Belki de bu yüzden içlerinde kafası en karışık olanı: Bir bakıyorsunuz Kuzeyli, bir bakıyorsunuz Akdenizli. Bazen Fransız, bazen Arap. Kafasına esiyor Romalı… Kafasına esiyor Roman…

Fakat sorsanız… Bu dağınık ergen odasının, kendi içinde bir düzeni varmış. Neyi, nereye koyduğunu biliyormuşmuş, şak diye buluyormuşmuş… Karışmayalımmış.

Aslına bakarsanız haklı olduğu bir nokta da var: Ergen Madrid’in 12 önemli lokantası var ki kimi yüz, kimi iki yüz, kimi üç yüz yıldır hâlâ aynı noktada, hâlâ aynı lezzetleri sunuyor. Gelip giden müdavimler, girip çıkan misafirler, Madrid, İspanya, Avrupa hatta dünya değişse de arkalarına aldıkları muazzam tariflerle zamana inat ediyor, bütün ‘ergen odası’ eleştirilerine meydan okuyorlar.

GEZ GEZ ATIŞTIR, DOLAŞ DOLAŞ YE

 

Koca İspanya’nın başkenti olduğuna bakmayın. Bu yeniyetmenin nüfusunu toplasanız anca İzmir, “Şunu boydan boya yürüyeyim” deseniz alayı Kadıköy kadar… Merkezde bir otel bulursanız, her yer düzayak, her şey el altında. Mesela güne sabah Plaza Mayor’da (Büyük Meydan) başlayabilir, öğle Kraliyet Sarayı’nı gezebilir, akşam Kraliçe Sofia Müzesi’nde canım Picasso’ların, Miro’ların keyfini sürebilirsiniz. Ama işin asıl güzeli, bütün bunların başına veya sonuna asırlık lezzetler kondurabilmeniz.

 

  • CENNETİN BİR BASAMAK ALTI: MADRİD

 

Diyelim ki Büyük Meydan civarında alışveriş etmedik butik/girip çıkmadık delik bırakmadınız. Sokak göstericileriyle fotoğraf faslı bile tamam, meydana karşı aperatif keyfini de ziyadesiyle eda ettiniz… Ufak ufak acıkmaya başladıysanız taksiye maksiye gerek yok: 9-10 dakikalık tabanvayla Casa Alberto’nun önündesiniz. Bulunduğu bina, vaktiyle Cervantes’in yaşadığı yer. 1827’den beri matadorların uğrak yeri olan lokanta ‘robo de toro’ yani boğa kuyruğuyla meşhur. Nasıl bir şey derseniz, bizim kuzu inciğin arenaya çıkıp güreş görmüş hali… Ama asıl sürprizi, humuslu şişte ahtapot deneyince görecekseniz.


 Casa Alberto

SABAH TORTILLA, AKŞAM KUZU FIRIN 

Demek öğleden sonraki hedefiniz, Madrid’in Taksim’i olan Güneş Meydanı (Porto del Sol)… Bence çok iyi ettiniz, 109 yıllık tapasçı Casa Abuelo iki adım mesafede. Oturun dışarıdaki masalardan birine; gelsin Galiçya usulü ahtapot, gitsin safranlı morina…   

Oteli merkeze yakın bir yerde tuttunuz ya… Dünyanın tescilli en eski restoranı Botin de burnunuzun ucunda. Sakın kendi yaptıkları mayoneze kendinizi kaptırmayın. Haklısınız, insan ekmeğe sürüp sürüp sadece bununla bile karnını doyurabilir ama ana yemek olarak ısmarlayacağınız fırında süt kuzusu önünüze gelince anlayacaksınız bu restoranın nasıl olup da 290 yıldır ayakta kaldığını.  

Akşam Madrid’in şenlikli gece hayatına daldınız, şehrin Beyoğlu’su Chuega’nın altını üstüne getirdiniz… Tatlı tatlı eğlenmenin acı acı uyanması var tabii… Eğer sabah insanı değilseniz, yataktan son derece nemrut uyanıyorsanız ve gözlerinizi eskaza Madrid’de açtıysanız keyfinizi neyin yerine getireceğini biliyorum: Yine Chuega bölgesindeki Bodega de la Ardosa ve 1892’den beri yaptığı tortilla. Aslında bildiğiniz patatesli yumurta. Ama soğanını/yağını, ölçüsünü/kıvamını öyle bir ayarlıyorlar ki mükemmel bir İspanya sabahı için tek tabanca.

ALEV ALEV SUFLE


Lhardy

“Yok, daha gümüş takımlı/afili, daha beyaz örtülü/asilli bir yer olsun” derseniz, bu yıl 175’inci yaşını kutlayan Lhardy olmalı adresiniz. Kraliyet ailesinin yemek yediği, dünya starlarının uğrak yeri bu restoran ördeği kadar işkembe yemeğiyle de meşhur. Masada yaktıkları, alev alev sürprizli sufle de cabası… Madrid tatilinizi ister hafta sonuna sıkıştırın, ister koca bir haftaya yayın. Her gününüze ayrı bir asırlık lezzet katacak, tam 12 tane restoranı var buranın.

Bizim oğlan haklı galiba: Hepsi de en az 100 senedir aynı yerde, dünyayı umursamadan kendi düzeninde…