Polonya Edebiyatı

Kendini, Dünyayı ve Biçimi Ortaya Koymak

Yüzyılımız sonu Polonya Edebiyatı’nın tarihsel açıdan bir önceki cephesi, yani seksenli yılların ilk yarısı, romana yarar getirmemişti. Bir taraftan önemli tarihsel olaylar (sosyalist devletlerin oluşturduğu Sovyet Bloğu içinde kurulan ilk bağımsız işçi sendikası “Dayanışma”nın doğuşu, sansürün dışında kalan yayınevleri ve basın kuruluşlarının gelişimi, 13 Aralık 1981 tarihinde olağanüstü hal ilanı), “kurguyu” zor bir durumda bırakıyor ve kurmacaya dayalı olmayan edebi türlere uygun şartlar yaratıyorlardı. Bu nedenle 1980-1986 arasında notlar, söyleşi ya da sormaca gibi belgesel türler; günlük, anı defteri ve kronik (yani anlatım açısından “altı kebap üstü şişhane”) türünde kişisel belge biçimleri baskın olmuştu, ancak roman çok bariz bir gerileme durumu içinde bulunmaktaydı. Diğer taraftan devlet baskısı, çıplak gözle görülebilen adaletsizlik ve toplumun olağanüstü hal döneminde içinde bulunduğu bariz güçlükler gerçekçiliği frenliyordu, çünkü düzyazının eleştiri işlevini yerine getirmesini, yani toplumsal yaşamı tartışmasını, gözünün içine baka baka topluma gerçeği söylemesini, utanç verici konuları (alkolizmi, ahlaki yozlaşmayı, rüşveti) gizleyen örtüleri kaldırmasını zorlaştırıyorlardı. Komünist iktidarın en ufak bir eleştiriye dahi tahammülü yoktu, yarattığı ve yönettiği gerçekliğin zayıf noktaları olamazdı. Romandaki eleştirinin önünü tıkayan başka bir etken de, yazıya geçirilmemiş bir ahlak yasası olmaktaydı; başka bir deyişle propaganda yalanlarına karşı çıkmak, zayıfın tarafını tutmak, tanıklık yapmak ve düzenin düzensizlikleriyle sürdürülen savaşta bir direnme aygıtı olmak gibi edebiyatın üstlendiği yükümlülüklerdi. Sonuçta edebiyatın temel ödevi olan gerçeği söylemek, herkesçe malum olanları (yani işte sosyalizm kötüydü, iktidar halka yabancı ve toplum iyiydi gibi) söylemenin tehlikeli bir biçimde yakınında bulunuyordu; yazarın bağımsızlığın temel şartı olan eleştirici yaklaşımı ise yanlı bir biçim almıştı; basitleşmiş değerlendirme kriterleri adanmış edebiyatın kabul görmesini sağlıyordu ve bu edebiyatın ille de iyi olması gerekmiyordu.

Değişimin ilk işaretleri, belgesel türlere gösterilen isteksizlik, roman biçimlerine geri dönüş ve yeniden doğan toplumsal eleştirinin ilk sinyalleri görünümlerinde 1986 yılında ortaya çıktı. Ne var ki, Polonya’da 1989 yılında komünizmin yıkılmasının ardından özgür bir yaşam alanına doğan bu edebiyat, ne kendine ait tür önerilerine ne tarihin biten bölümü için bir tanıya ve son olarak; ne de yeni yaşantının ilkelerini yakalayabileceği bir kavramlaştırmaya sahip bulunuyordu. 2000 yılının bakış açısından doksanlı yılların düz yazınına bakıldığında, onun yenilikçiden daha çok gelenekçi, yenilerini yaratmak yerine eski türleri işleyen, karşısından kaçarak mite ve nostaljiye sığındığı tarihe isteksiz görünmesi bu yüzdendir. Bu dönemin yeni türler ve yeni bir dil önermek becerisinde olmayan düz yazını, değişen gerçekliğin önüne koyduğu üç temel sorunun yanıtını ararken roman geleneğinin magazinine dalmıştı. Bunlar benzetme, öz yaşam ve tür sorunlarıydı. Yani yazardan dünyayı, kendisini ve biçimi ortaya koymasını beklemek.

BENZETME SORUNU AŞMAK: Gerçeğin aranması, mitlerin yıkılması ve yaratılması

“Dünyayı ortaya koymak” şimdiki zamanı belirleyen, ona biçim veren, düzenini sağlayan, var oluşun anlamını açıklayan şeyi yakalamak demektir. Bu şekilde anlaşılan benzetme göreviyle son on yılın Polonya düz yazınına, yazarların geçmişi ülküleştirme ve mit yaratma eğilimiyle bunun karşısında yer alan eğilim; geçmişi eleştirme ve mitleri alaşağı etme eğilimi arasındaki çatışma egemen olmuştu.

Dünyaya Dair Gerçeğin Peşinde

Geçmiş zamanla şimdiki zaman arasına kalın bir çizgi çekilmesine, geçmişin zaman aşımına uğratılmasına – eski Sovyet Bloğu ülkelerinin yazarlarına benzer şekilde – karşı çıkan bu Polonyalı yazarlar, yazarlık yükümlülüklerini ulusun geçmişinin bekçiliğini yapmak, onun kıvançlı olduğu kadar acı verici tarihini anımsatmak şeklinde kavramışlardı. Kalemlerinden çıkan düz yazı, unutulmaları şimdiki zamanı yoksullaştıracak ve sahteleştirecek bu sorunların zaman aşımına uğramamaları için, gerçeği bulmayı dener. Doksanlı yıllarda, az sayıda yapıt yayınlanıyor olsa da, Polonya’ya ait çetrefilli konulara değiniliyordu: İnsanlık dışı tutumlarla içinden çıkılmaz bir hale gelmiş Polonya-Musevi tarihi (Hanna Krall Kiracı Kadın; Henryk Grynberg Drohobıç, Drohobıç; Wilhelm Dichter Tanrının Atı; Tanrıtanımazlar Okulu; Roman Gren Çocuklu Manzara; Andrzej Szczypiorski Ateşle Oyun; Marek Bienczyk Tvorki), GULAG Takımadaları’ndaki Polonyalı tutsakların yazgısı (Andrzej Kalinin Ve Tanrı Bizi Unuttu; Piotr Bednarski Gök Mavisi Karlar), totalitarizm döneminde toplumun kahramanlığı, konformizmi ve ikiyüzlülüğü(Janusz Krasinski Yitik, Yüzler Duvara Dönük, Güçsüzlük). Bir genelleme yaparak – Batı Avrupa toplumlarına benzer şekilde – öncelikle “yenilik ideolojisine” teslim olmaktan kaynaklanan ve hafif bir bellek yitimine uğrayan çağdaş Polonya toplumunun, yalnızca derinde kalmış tarihi anımsayan değil, ama aynı zamanda tarihin mekanizmasını ortaya koyan bir düz yazına gereksinim duyduğu söylenebilir. Tarihe ilişkin bu türden bir edebi metin, Fukuyama’nın iddialarının tersini bildirir ki, tarihin ne sonu gelmiştir ne de o kendiliğinden gerçekleşmektedir. Tam aksine; sürekli değişimlere uğramaktadır ve bu bizim sayemizde olmaktadır, çünkü çeşitli kaynaklardan bilinçsiz olarak aldığımız örneklerle onu bizler şekillendiriyoruz. Bu durumu, Magdalena Tulla’nın Düşler ve Taşlar ile Kızıllıkta adlı romanları mükemmel şekilde ortaya koymaktadırlar. Bu kitaplardan ikincisinde yazar, görünürde uzak, ama aslında kimliğini bizim dünyamızda bulan, olgusal tarihin temel gerçeklerini yaşama geçiren bir roman dünyası sunmaktadır: İnsanların yaşama ilişkin en yaygın düşünceleri (ör. kadın, mal, nüfuz elde etme hevesleri) kitle tarihine (para dönüşümüne, toplumsal sınıfların doğuşuna, savaşlara) dönüşmektedir, yaşama yönelik bu düşünceler aynı zamanda düzeyi düşük (sosyeteyi konu alan romanlar, pembe diziler ya da operet gibi) sanat türlerinin yalnızca bir taklididir. Başka bir ifadeyle: Kafamızın içinde taşıdığımız kütüphane gibi bir bugünümüz vardır.

Kahraman Göçmen Mitinin Yıkılması

Geçmişe karşı eleştirisel, unutmayan ve dik başlı doksanlı yıllar düz yazını, mitlerin yeniden gözden geçirilmelerini de son derece açık yüreklilikle gerçekleştirir. Yetmişli ve seksenli yıllarda (ör. Polonya vatanperverliğine, dürüstlüğüne, kahramanlığına dair ..) mitler, Polonya toplumsal bilincinin canlı bir parçası olmuşlardı. Totalitarizme direnmeyi kolaylaştırıyorlar, öte yandan, ondan uzaklaşmak pahasına gerçekliği güzelleştiriyorlardı. Düz yazın, dünyaya dair gerçeğin peşindeyken mitlerden arınmaya girişmişti. Zaman dizini açısından en erken yayınlanan metinler, yazarları Polonyalıların göçmen yaşamlarına dair ülkücü imgelemlere karşı çıkan metinlerdi.

Polonya Edebiyatı’nın daha önceki dönemlerinde de göçmen Polonyalıya eleştirisel gözle yaklaşan birçok önemli yapıt bulunmaktadır. Witold Gombrowicz’in Atlantik Ötesi, Stanislaw Dygat’ınBodenski Gölü, Czeslawa Straszewicz’in Leylek Yuvalarından Gelen Turistler, Andrzej Bobkowski’nin Tarama Ucuyla Eskizler, Stanislaw Cat Mackiewicz’in LonDrakula, Slawomir Mrozek’in Moniza Clavier gibi yapıtları, yoğunlaştırılmış, gösteriş için yaratılmış, yabancılaşma karşısında koruyucu zırh görevi gören, ama aynı zamanda Polonyalının insan olmasını güçleştiren bir Polonyalılığı göstermek için, bazen kurmaca, başka bir yerde gerçeğe dayalı biçimde göçmen olgusundan yararlanmışlardı. Polonyalılıkla bu türden bir hesaplaşmaya girişen düz yazın, kendisine önem kazandırmak, yaşamının anlamını aramak gibi bir zahmete girmemek ve sonuçta eylemlerinin hazır açıklamalarını hep elinin altında bulundurabilmek için Polonyalının yüzüne taktığı maskeleri indirerek yırtıcı bir grotesge bürünüyordu.

Doksanlı yılların yazarları, öncülerinin eleştirisel mirasını yalnızca kısmen alırlar, çünkü onların saldırılarının temel nesnesi Polonyalılık modeli değil, ama göçmen yaşamı üzerine bir dizi safçadüşüncedir. Hayale gerçekten daha yakın duran ve düşünceler, tarihte düş kırıklığına uğramış bir toplumun bilincinde kalıcı yer edinirler. Yoksul, ezilmiş, bir yerlerde zengin, insana dost ve özgür bir dünyanın olduğunu bilmekle boyun eğdirilmiş insanlar, doğal olarak birbirlerine maaşın kolayca kazanıldığı, devletin her bir vatandaşına sahip çıktığı, özgürlükle adaletin yan yana yürüdüğü o uzak mutluluk diyarlarının öykülerini anlatırlar. Sosyalist Polonya’da (mutlaka Bulgaristan’da, Romanya’da, Sovyetlerde’de öyledir…) yaşam zorlaştığı ölçüde Batı Avrupa, Amerika Birleşik Devletleri, Kanada ya da Avustralya’daki yaşamın resmi o ölçüde göz alıcı renkleri üzerinde topluyordu.

Polonya’dan göç dalgası, daha seksenli yıllarda öncelikle işte bu mitlerle beslenip, ama aynı zamanda artan yoksulluk, komünistlerce yönetilen ülkede şiddetlenmekte olan siyasi baskıyla hız kazanıp büyük bir yükseliş göstermişti. Mitler düşlere vücut veriyor ve gerçekliği mistiğe dönüştürüyorlardı, doksanlı yılların edebiyatının o kutlu, mutlu ve de refah içindeki göç mitlerini yıkmaya kalkışması işte bu yüzdendi. Birkaç yüz kitaptan toplanan, birçok bölümünde Miodrag Bulatovici’nin ünlü Dört Parmaklı İnsanlar romanına ya da Werner Herzog Stroszek filmine benzeyen – kahramanlaştırma karşıtı sürgün destanı, göç gerçeğinin acı yanını yaşamış insanları anlatmaktaydı. Ufak paralar karşılığı büyük ilkelerinden vazgeçen ve en kötü işlerde aşağılanmayı yaşayan ücretli göçmenleri (Edward Redlinski Dolarado; Lağım Faresi Polonyalılar), cefakar insan rolleri yapan siyasi fırsatçıları (Jacek Kaczmarski Düzenbazın Otoportresi), açgözlü, içleri boş ve kısa bir süre önceye kadar soydaşı oldukları insanlara duydukları “büyük aşkla”! yanıp kavrulan, yeni memleketlerinin taze vatandaşlarını (Krzysztof Maria Zaluski Bodenski Triptiği; Polonya Hastanesi), son olarak da nedensiz yere ülkesini terk etmiş ve gurbette amaçsız ve ezik bir yaşantı sürdüren kayıp gençliği (Janusz Rudnicki Yaşanabilir; Piotr Siemion Kısa Çayırlar)gösteriyordu. Bu yapıtlardan, bugüne kadar edebiyatımızın kaydettiği en pespaye Polonyalı portresi; ezik ve varlığını un ufak olmuş bir ahlakın, yüceltilmiş bir kimliğin ve çabucak para kazanma hevesinin belirlediği kuşaklar üstü bir mentalitenin geleceğinin müjdecisi bir Polonyalının portresi ortaya çıkmaktaydı.

Vatansever Polonyalı Mitinin Yıkılması

Elli yıl sonra demokrasiye geri dönen bir ülkenin yaşayanlarını ve gerçekliğini anlatan yapıtlar, doksanlı yıllarda ayrı bir konu grubu oluşturmuşlardı. Bugünü ortaya koymanın ilk adımı, 1989’daki siyasi zaferlerinden sonra üyeleri kabinede bir masa ve maddi çıkarlar elde edecekleri ışıltılı gelecek hesapları yapan, yok eğer bunu yapmıyorlarsa, o zaman en azından idealize ettikleri anılarını kaleme alan, antikomünist muhalefetle hesaplaşma olmalıydı. Janusz Anderman’ın Hapishane Hastalığı, kahramanlık söylemine sahip bu türden kitaplara çok net bir muhalefet konumu almıştır. Roman, eski bir “tecritliğin” (komünist iktidar tarafından 1981 sıkıyönetim döneminde kurulan tecrit kamplarında göz altına alınmış kişilere bu ad veriliyordu) yaşadıklarını konu alır. Kahraman, demokratik Polonya’da kendine uygun bir yer bulamaz, yakalandığı “hastalık” ise geçmişi çok fazla ülküleştirmesine dayanmaktadır. Bu hastalığın arazı ise, hapishane geçmişinin ona (galip olan her şeyi alır ilkesi adına) özel haklar verdiğini düşünmesi ve vatanperver geçmişinin bugünkü yaşamında anlamlı bir projeye dönüşeceğine inanmasıdır. Ancak hapishane hastalığının en tehlikeli sendromunun bugünkü özgürlükten, o özgürlüğün pratikteki görünümlerine kendini uydurma zorunluluğundan geçmişe, yani özgürlüğün bir hayal nesnesi olduğu zamanlara kaçış olduğu ortaya çıkacaktır.

Seksenli yıllar Polonya toplumsal bilincinde çöreklenmiş mitlerle en önemli hesaplaşmayı, Jerzy Pilch’in Aldatmalar Envanteri adlı romanı gerçekleştirir. Yazar bu romanında “sıkıyönetim sonrası” Polonya’nın trajik grotesgini gösterir. Yaşam yüce vatanperver görevlerle sıradan gündelik yaşantı, tarihsel bir dramın coşkusuyla banal normallik arasında ikiye bölünmüştür. Bu dönemin (yani sıkıyönetimin kaldırılmasından sonra çekilmez “iki arada bir derede kalış” zamanının) Polonyalısı, yaşamını bir kerpetenin arasına sıkıştıran iki karşıt gücün baskısı altında yaşıyordu. Kerpetenin bir ucu ona esaretle savaşmayı, gizli örgüt faaliyetini, zora direnmeyi, her eyleminde bağımsızlığa yönelmeyi buyurmuş bulunan Polonya milliyetçi geleneğiydi. Diğer taraftan ise yaşam bastırıyordu; yani tarihin coşkusuna rağmen seni tuvalet kağıdı almak için kuyrukta beklemeye mecbur eden, bir kadeh votka isteyen, kahramanlığı geçmişin vurulup düşmüşkahramanlarına bıraktırarak sana gereğinden fazla riske girmeyi yasaklayan sıradan ve günlük yaşantı. Sonuç olarak, Aldatmalar Envanterinde Pilch’in de gösterdiği gibi, seksenli yılların yarısında orta karar bir Polonyalı aydın günlük yaşamından utanıyordu, diğer taraftan kahramanlığını gösterecek cesaretten (ya da olanaktan) yoksun bulunuyordu. Mücadele etmek istemiyordu, ama aynı zamanda normal yaşamayı da beceremiyordu. Pilch’in kahramanı için bu birbirine çelişik iki durumu uzlaştıran şey, konuşmaydı – hem kahraman olmak gereksinimini ikame eden hem de sıradan (hatta kahpece) eylem ve düşüncelerine bir porsiyon yücelik katan dur durak bilmez bir çenebazlık. Kısacası Pilch’in çenebazı, ulusunun acılarından okul yıllarındaki erotik fetihlerine, oradan diktatörlüğe karşı direniş alanlarının tasvirine ve alkol özlemine bir devamlılık içinde atlayıp geçerek kendi kesintisiz öyküsünü anlatır. Romanının içerdiği ironi ve karşıt stillerin birbirine bağlanması, Pilch’i Gombrowicz, Dygat, Konwincki gibi yazarların arasına sokar ki; bu yazarlar grubu Polonyalıların, tarih normal yaşamı uygun dilinden yoksun bırakıp onları her yirmi yılda bir büyük davalar uğruna savaşmaya çağırdığı için, büyük olmaya mahkumiyetlerini matrağa alan yazarlardan oluşmaktadır. Diğer bir deyişle Pich, okuyucusuna en önemli şeyi – dil sürçmesinden kurtulmak için grotesgi bir metot olarak kullanmasını önermiştir. Bunun dışında romanı, tıpkı Janusz Rudnicki’nin (Yaşanabilir, Boktan Dünya, Gökkuşağında Bir İleri Bir Geri) yapıtları gibi, yeni oluşan şartlarda sanatçılıların sanatçı rolünün yanı sıra toplumsal yaşamın yorumcuları ile dalgasını geçen şakacı-soytarı, “adanmamışlığın pratisyenleri” rolünü de seçmek gibi bir imkanları olduğunu kanıtlar.

Defosuz Demokrasi Mitinin Yıkılması

Doksanlı yıllar düz yazınında kritisizm, sistemin dönüşümü sırasında oluşan ve içine anlaşılabilir, ancak gerçekleştirilemez mitlerin sızdığı toplumsal bilinci de kendisine hedef seçer. Avrupa’nın demokrasiye yeni geçmiş diğer toplumları gibi Polonyalılar da adaletli bir kapitalizm, istikrarlı bir demokrasi, hiyerarşisi iyi yapılmış bir kültür, piyasa rekabetine rağmen insani dayanışmanın devam ettiği bir toplum, önceki sistemin adaletsizliklerini hatırlayarak iyi işler görecek siyasetçiler, iyiliğin kötülüğe galip gelmesini ve her zaman kötüden daha güçlü olacak sağlam bir polis teşkilatı hayal ediyorlardı. Bu demokrasi mitini kendisine hedef seçen düz yazı, taraflıydı, büyük ölçüde haksızdı ve edebi açıdan da ikinci sınıftı, ama lazımdı da, çünkü kritisizmi sistemdeğişikliğinin, bu değişime iştirak eden kişilerde, bir zihniyet değişikliğini de peşi sıra getirdiğinin görülmesini sağlıyordu. Bu konuda ardı ardına yapıtlar verilir: Vahşi serbest pazar ekonomisinin baskısı altında bütün toplumsal bağların kopuşu (Marek Nowakowski Homo Polonicus; Yunan Tanrıcığı), toplumun bir kamplaşma, kavga ve koltuk peşindeki partileri çoğaltma çılgınlığına düşüşü (Tadeusz Konwincki Hafif Roman), üçkağıtçıların ve dolandırıcıların yeni ekonomi diye yutturdukları düzenbazlıklar (Piotr Wojciechowski Cazibe ve Cazibede Devamlılık Okulu) ya da toplumun gittikçe artan bir bölümünün bir yaşama modeli ve para kazanma yolu olarak suçu seçmesi (Andrzej Stasiuk On). Doksanlı yıllar düz yazınının getirdiği genel sonuç; üyeleri yeni yaşam hedefleriyle (mal edinme, etki sahibi olma, iktidar ve soyluluk kazanma) tanışan ve bu hedeflere ulaşmak için mafya tarzı yöntemleri benimseyen, gelişiminin başlarında olan bir sınıfın kesinlikle olumsuz, satirik ve neredeyse tümüyle kara imgesiydi.

Doksanlı yıllar düz yazınının yeni bir konu nesnesi de, “küçük toplum”, yani aile olacaktı. Birkaç romanda – Polonya ailesini ülküleştiren mitle bazen açıktan açığa polemiğe girerek – yazarlar aile ilişkilerini ve hiyerarşisini, eğitim modellerini ve akıldışılıklarını, aile içi eğitimin pratik ve travmatik sonuçlarını kışkırtıcı bir gözleme tabi tutmuşlardı (Zyta Rudzka Beyaz Klişeler; Izabela Filipiak Mutlak Af; Kinga Dunin Tabu; Rezalet; Malgorzata Saramonowicz Kız Kardeş; Malgorzata Holender Oyuncak Bebekler Kliniği). Bu yapıtlar, dehşetle şiirsellik, didaktizmle taraftarlık arasında bocalasalar da, çağdaş düz yazının önemli bir unsuru olmaktadırlar. Her şeyden önce bu yapıtlar, biçimsel anlamda çok romansal ve öğretici açıdan ilginç (hatta şok edici) yapıtlar getiren edebi angajmanın sayıları pek fazla olmayan biçimlerinden biridir; ayrıca o güne kadar var olan aile modellerini sorgularlar. Aile konulu edebiyat, zora dayalı olmayan, herkesçe kabul edilen, aynı zamanda kalıcılığı olan ve bir değer ifade eden yeni toplumsal bir arada yaşama modellerinin çağımızdaki – genele ait ve çok dramatik – arayışları içerisinde tanımlanabilir.

Mit Yaratmak

Son on yılın düzyazınında, mit yıkıcı edebiyatın karşı kutbunda geçmişi ülküleştiren, ona nostaljiyle yaklaşan yapıtlar konumlanmıştır. Bu yapıtların yazarları, mitlere özgü bir atmosfer yaratarak, bir anlamda mitlerin ruhunu çağırarak onlarla birlikte efsanelerin, söylencelerin ve çeşitli kökenlere sahip mitolojinin bir karışımını oluşturan kendi mitlerini yaratmaktadırlar. Destan, saga, mit gibi köklü edebi geleneklerden özgürce yararlanırlar. Bu araçlar, her türlü yaşantının – çocukluk, yeniyetmelik, ilk aşk “küçük memleketim” – aktarımında kullanılırlar. Mitlere dayanmasına rağmen öncelikle şimdiki zamanları anlatan yapıtlardır. Bu akım içinde tanımlanan romanlar, yazarın çocukluk yıllarına dair ülküleştirdiği anıları içinde sakladığı ya da dedelerinden işittiği bir masaldan hatırında kalmış mitler diyarına sık sık gönderme yapar. Bu alan – bugünkü verimsiz toprakların, kent çöllerinin ve balta girmemiş metropol ormanlarının aksine – her bir kısmında onu yurt edinenlerle bölüştüğü bir anlamla yüklü, her bir köşesi bilindik, her yanına bir iç düzenin kokusu sinmiş, insanlara ve yaşama karşı içten, insanı doğayla uyum içerinde yaşatan kendine özgü ve yüce bir yerdir. Güzelliği mutlaktır ve aynı zamanda insana evrenle sıkı fıkı olmayı öğretir – sonsuzluğun üzerinde saydamlaştığı bir camdır. Tadeusz Konwincki’ninVilno Tanrıçası böyledir, Piotr Szewc’in romanlarındaki (Mahvoluş; Alaca Karanlıklar ve Sabahlar) Zamosc kenti böyledir, Stefana Chwina’nın (Bir Şakanın Kısa Tarihi) ve Pawel Huell’in (Weiser Dawidek; Taşınma Zamanları İçin Öyküler; İlk Aşk ve Başka Öyküler) anlattıkları Gdansk, Andrzej Zawada’nın Wroclaw’ı (Breslaw), Anna Bolecka’nın Beyaz Taş romanındaki Podolskie Kuromeki, Jerzy Pilch’in Başka Hazlar ve Bin Sakin Kent adlı romanlarında anlattığı Slask Cieszynski’deki köyü, Andrzej Stasiuk’un Galiçya Öyküleri kitabındaki Beskidy köyleri, Olga Tokarczuk’un anlattığı Eski Zamanlar (Eski Zamanlar ve Başka Zamanlar), Wieslaw Mysliwski tarafından büyüleyici romanı Ufuk’ta büyüleyici şekilde şifrelenmiş Sandomierz, Magdalena Tulla’nın Kızıllıkta adlı kitabındaki Sciegi hep böyle birer mitler diyarıdır.

Yazarları tarafından kurtarılan ve zamana karşı korumaya alınan bu kendine özgü “küçük memleketlerin” büyük bir bölümü Zamosc’dan Musevileri (Piotr Szewc Alaca Karanlıklar ve Sabahlar), Wroclaw’dan Almanları (Andrzej Zawada Breslaw), Kresy’den Polonyalıları (Anna Bolecka Beyaz Taş) kovup çıkartan tarih nedeniyle geçmişte parça parça dağılıp gitmiştir. Bugün “küçük memleketler” için tehlike artık dışarıdan etki eden bir tarih değil, her bir insanın içinde uyuklayan hoşgörüsüzlüktür. Bu, herhalde en açık şekliyle Stefan Chwin’nin romanlarında vurgulanır. Yazar, uluslar arası Gdansk (Hanemann adlı romanında) ve XX. yüzyıl başlarındaki Varşova (Esther adlı romanı) örneklerinde birden çok etnik yapının oluşturduğu topluluklarda farklılıklar sayısınca nefret bulunduğunu gösterir.

Ancak bunun karşı konumunun, yani hoşgörünün de zamanımızın “küçük memleketlerini” tehdit ettiği ortaya çıkar. Zira farklılıkların çoğalması, çok etnikli yapı, faklılıkların tek bir alanda bir araya gelmeleri hoşgörüyü olduğu kadar umursamazlığı da kamçılar ve dayanışmayı pekiştireceği yerde onu birey birey parçalara ayırır. Böyle atomlarına ayrılmış, onlarca önemsiz farklılıkla belirlenen bir topluluk, “küçük memleket” dayanışmasını yerle bir eden üçüncü gücün, yani “ayniyetin” tehdidi altındadır. Zira günümüzün “memleketlerini”, eskiden olduğu gibi bir ideoloji, yayılmacı bir devlet ya da nasyonalizmin ezici silindiri değil, ama tüm kültürü tek bir üniforma içine sokan eğilimler tehdit etmektedir. Wlodzimierz Kowalewski’nin Breitenheide Dönüşromanında anlattığı yeryüzü cenneti, Andrzej Stasiuk’un Galiçya Öyküleri’nde Polonya Halk Cumhuriyeti dönemindeki Galiçya, Zbigniew Zakiewicz’in Görülen ve Zamanında Durdurulan adlı romanında canlandırdığı Kuzeyin Kaszubska Atlantisi, tarihle giriştikleri düelloda kaybetmezler, ama butiklerin, renkli renkli gazeteler satan gazete bayilerinin, McDonald’s hamburgercilerinin, süper marketlerin, uluslar arası folklorun kültürünün aynısı olan bir farklılaşmama kültürüyle giriştikleri sessiz, dikkat çekmeyen ve kanlar içinde savaş kurbanlarından yoksun bir mücadelede yitip giderler. Bunda hiçbir zorlama, tecavüz, buyruk yoktur; tanzim edilmiş özgürlük ve yerel kimliğin yasaklanması yoktur. Yıkıcı gücün rahatlık, problemsizlik, standartlaşma olduğu görülür.

BİYOGRAFİK SORUN

Yeni kuşak edebiyat arenasına atlarken, yaşlı yazarlar kendilerini topluma bir biçimde yeniden tanıtmak durumunda kalırlar. Doksanlı yıllar paradoksal bir biçimde genç yazarlarla olgun yazarların şanslarını eşitlemiştir. Değişen toplumsal durum ve bunda çok açık şekilde görülen 1989 sınırı, herkesin yeni baştan başlayabilmesine – kısmen de bunu yapmaya mecbur kalmasına – neden olmuştur.

Yaşlı kuşağın bazı yazarları, ör. Kazimierz Orlos (Mavi Camcı) ya da Julian Kornhauser (Ev, Düş ve Çocuk Oyunları) daha önceki “siyasi açıdan angaje yazar” imajlarını genişletmek için çocukluk yaşantılarına geri dönerek bu olanaktan yararlanmışlardı. Yapıtları, geniş bir yapıt grubuyla aynı çizgide buluşmuştur. Söz konusu gruba dahil yapıtlar biyografi üzerinde yoğunlaşmış ve onu doksanlı yıllarda gerçek bir edebi moda olduğu ortaya çıkacak “başlangıç fabulası” çerçevesi içine yerleştirmişlerdi. Alman Edebiyatı (Goethe’den Tomasz Manna ve Günter Grass’a kadar uzanan bir alanda) sayesinde Avrupa kültüründe iyi bir yer edinmiş başlangıç romanı, olgunlaşma, yetişkinlik eşiğini geçme, masumiyet halinin fırlatıp atılması, günah ve deneyim aşamasına geçiş üzerine bir anlatımdır. Son dönem Polonya düz yazınında başlangıç modeli, temel olarak iki modele göre gerçekleştirilmişti. Bunlardan ilkinde, tıpkı Goethe’nin Wilhem Meistr’in Tahsil Hayatıadlı yapıtında olduğu gibi, öz yaşamsal unsurlar bir hayli fazladır ve dramatik – aynı zamanda siyaset nedeniyle çoğu zaman hızlandırılmış – erişkin olma sürecini gösterebilmek için eğitici düz yazı geleneğine başvurulmaktadır. Başarısı ve yaşam öyküsünün ayrı ayrı etaplara bölünmesine karşı yegane gücünün, yazar tarafından ulaşılan sınırsız şekilde geçmiş zamanlara geri dönüş edebi yeteneğidir. Son on yıllık Polonya düz yazınında bu tür örnekler bir hayli çoktur: Pawel Huelle Weiser Dawidek; Taşınma Zamanları İçin Öyküler; İlk Aşk ve Başka Öyküler; Aleksander Jurewicz Lida; Tanrı Sağırları İşitmez; bu örneklerin arasında Stefan Chwin’in Bir Şakanın Kısa Tarihi kavratma açısından en zengin olanı gibi gözükmektedir. Bu özyaşam öyküsel deneme, çocukluk yıllarına ifadeyle dönüş denemesidir. II. Dünya Savaşı’nın hemen sonrasında Gdansk’dayız. Chwin, bir çocuğun dünyaya bakışını yeniden üreterek, Gdansk gerçekliğini oluşturan zaman katmalarını keşfetme süreci olarak çocukluğunu ortaya koyar. Gdansk’ın gerçekliği, erişkinlerin iddialarının aksine tek türde, sadece ve hep Polonya’ya özgü, tek anlamlı ve temelde laik bir gerçeklik değildir; ama çok katmanlı bir gerçekliktir. Onları gizleyen örtüler bir çocuk tarafından adım adım açılan çeşitli kültürler (Alman ve Polonya), çeşitli dinler (Protestanlık ve Katoliklik) ve birbirinin tezadı estetikler (Stalinci, Hitlerci, burjuva) bu gerçeklikte toplanmışlardır. Bunlarla yüzleşirken, çocuk anlatıcı dünyayla önceden tahmin edilmeyen bir yakınlaşmanın, hiçbir ideolojinin tahakkümü altına girmeyecek bir yakınlaşmanın metodunu keşfeder. Dünyayla bu ilişkinin sonucu, ideolojik manipulasyona dirençli bir alanın keşfidir; yani güzelliğin keşfidir. Bu gerçek bir güzelliktir, insana insanı veren, yani insanın içinde yaşamla çıkarsız bir yakınlaşma yeteneğini uyandıran, bu sayede varoluşun acı verici belirsizlikleriyle, tarihin rast geleliğiyle ve dünyayı yeniden ve yeniden okumanın bitimsizliğiyle onu uzlaştıran bir güzelliktir. İşte çocukluktan çıkartılan ders budur; gerçeği okuma sanatı, yetişkin yazara geçmişin herhangi bir dönemine (eskiden okuduğumuz kitaplara döner gibi) dönüş olanağı verir ve aynı zamanda çocuklara özgü dünyaya şaşırma yeteneğini korumasını sağlar.

Başlangıç romanının kurgusal olduğu daha açık görülen ve korku, dedektiflik ya da macera romanlarının gelişim şeması örneklerine bürünen ikinci modelinde (Tomek Trzyna Bayan Hiç kimse; Manuela Gretkowska Metafizik Kabare; Olga Tokarczuk Kitap İnsanlarının Yolculukları ve E.E; Andrzej Stasiuk Nadir Kitap ve Nehirden; Izabela Filipiak Mutlak Af) özgeçmişin ikiliği (yani başlangıç öncesi ve sonrası) gösterilmiştir ve erişkinlik dönemine kıyasla masumiyet etabı radikal bir biçimde yüceltilmiştir. Bu model, Jerome D. Salinger Çavdar Tarlasında Çocuklarya da Günter Grass’ın Teneke Trampet adlı yapıtlarında olduğu gibi – insanı olgunlaştırmak için yapılan toplumsal (okulun ve ailenin yaptığı) baskıları ve bunların etkilerini itibar kaybına uğratarak eğitim karşıtı bir düz yazı kostümüne bürünür.

Bu her iki gruptan da – çoğunlukla birbirinin içine geçmiş şekilde – çağdaş kahramanın kimlik tanımı ortaya çıkmıştı. 1989 yılındaki dönüm noktasından sonra meydana gelen temel değişim,“Kimsin?” sorusuna yanıt olan “Polonyalılığın” açıklayıcılığını yitirmesidir. Zira, bu kimlik “küçük memleketle” bağlantılı yerel kimliğin karşısında önemli ölçüde mevzi kaybederek değişime uğramıştır. Yani, bu soruya “Ben Polonyalıyım” şeklinde yanıt verilebileceği gibi, “Ben Wielkopolonyalıyım ya da Kaszubluyum… /bunlar Polonya’da bazı bölgelerdir/ (tıpkı bir Türk’ün “Ben Karadenizliyim” ya da “Trakyalıyım” diyebileceği gibi) şeklinde de yanıt verilebilir. Ya ne küçük memleketine ne de büyük memleketine kendisini bağlı hissetmeyen birisi olursa? O insan, kökensiz bir insandır.

Kökensiz insan, düzyazının en yeni örneklerinin yarattığı bir figürdür ve bu örneklerin en fazla huzursuzluk veren unsurudur. Bu figür grostesk geleneğini birçok kez yineleyen, yamalı bohça gibi melez, hikayeciliği denemeciliğe karıştıran, genelde Polonyalıların yurt dışında başlarına gelenleri işleyen yapıtlarda ortaya çıkmıştır. Bu yapıtların kahramanları, yaşam öykülerinin herhangi bir noktasında milliyetçi, dini, töresel ve hatta dile ait her türlü bağlılığın yaşamlarını sınırladığını kavramışlardır. Köklerinden, doğdukları yerden, gelenek ve göreneklerden, inançtan kopuşu yaşarlar. Ayrı ayrı yazarlar kökensizliğin ayrı ayrı nedenlerini göstermişlerdir: Kimisi için neden, toplumun özgün bağlarını zedeleyen zorla kabul ettirilmiş ve yapmacık milliyetçiliktir (Manuela Gretkowska Biz “Here” Göçmen; İzabela Filipiak Mutlak Af); kimisi için barbarlara özgü yetiştirilme tarzıdır (Krzysztof Maria Zaluski Bodenski Triptiği, Polonya Hastanesi), bazıları nedeni yabancı bir ülkede bir önce asimile olabilmek için bilinçli olarak ulusal özelliklerden kurtulma telaşında görürler (Zbigniew Kruszynski Schwedenkrauter; Bronislaw Swiderski Yabancının Sözleri). Ancak en tipik kökensiz insan (ki özellikle Gretkowska’nın Paris Tarotu; Metafizik Kabare; İnsanlar İçin El Kitabı; Filipak’ın Ölüm ve Spiral, Natasza Goerke’nin Fractale, Ezme Kitabı; Plazmanın Vedası gibi yapıtlarda boy gösterir), içinde bulunduğu durumu kendisi belirlemiş olan, kökeni ve bulunduğu her yeni ikametgahı ile ilişkisinde yabancılaşmayı seçmiş kişidir. Bunu, çok uluslu kentlerde oturanların iyi bildiği bir dünyada, yani hiçkimsenin “bizden” ve “buralı” olmadığı, herkesin yabancı olduğu bir dünyada yapar. Budizmden Yudaizm’e geçişin estetik ameliyat kadar kolay olduğu, cinsiyet değiştirmenin Tanrı’nın değil, ama cerrahın işi olduğu bu dünyada kökensiz kahraman, yabancı olma deneyimine alışmış ve din gibi, dil gibi ya da töre gibi değer topluluklarından herbiri insanın yalnızca dış yüzeyini oluşturduğuna göre herkes olabileceğini, kendine yeni bir inanç, yeni bir dil, yeni bir töre seçebileceğini keşfetmiştir (çünkü hiçbir değişiklik belki ruha erişememekte, belki de insan ruh diye bir şeye sahip bulunmamaktadır).

TÜR SORUNU

Seksenli ve doksanlı yıllarda Avrupa edebiyatı, bir ucunu Umberto Eco’nun birçok türün karışımından yaptığı parodi edebiyatının, diğer ucunu ana temayı saptıran romanlar yazan Milan Kundera yaratıcılığının oluşturduğu iki kutup arasına gerilmiş gibidir. Polonya edebiyatı bu tabloyu genişletmektedir.

Hikayeciliğe Dönüş

Seksenli yıllar dönemecindeki düz yazıda biçim seçimleri alanında görülebilecek ilk olay, hikayeciliğe dönüştür. Daha önceki on yıllık dönemlerde – üstelik sadece Polonya düz yazını çerçevesinde de değil – genel anlamda edebiyatın artık hikaye edeceği bir şey yokmuş gibi görünüyordu. Teklifsiz yaratıcı düşüncenin, hikaye etmenin, ilginç olayları ele almanın ve bu olaylardan romanlar çıkartmanın canlandırıcı ruhu, Pawel Huell (Weiser Dawidek), Stefan Chwin (Max Lars takma adıyla İnsan-Harf; İnsanlar-Akrepler), Tomek Trzyna (Bayan Hiç Kimse), Olga Tokarczuk (Kitap İnsanlarının Yolculukları) gibi yazarlarla birlikte doksanlı yıllar edebiyatına balıklama daldı. Elbette okuyucuyu tek çeken ilginç olaylar değildi, hikayelemek sadece anlatımı daha çekici hale getirmenin bir yöntemi ve olayları bir sıraya koyuş şeması değildi, ama aynı zamanda önemli içeriklerin de okuyucuya ulaştırıcısıydı. Hatta bu derinlik eksik olduğunda dahi,Lust zu fabulieren seçiminin doğruluğunu, romanla hikaye etme arasında kopmaz bir bağ bulunduğunu düşünen yazarların eriştikleri başarılar kanıtlamıştır. Seksenli yılların okuyucuları önemli konulara değinen, siyasi açıdan adanmış, belgesel, edebi düzeyi düşük düz yazıya ilgilerini esirgememekle birlikte popüler düz yazı şemalarına göre edebiyat yapan yazarlara gönül koymuştu. Bu süreçte Andrzej Szczypiorski’nin (Başlangıç; Gece, Gündüz, Gece; Amerikan Viskisi; Kadınlı Oto Portre) ya da Maria Nurowska’nın yapıtları (İspanyol Gözleri; Postscriptum; Kızlar ve Dullar) en çok okunan kitaplardı. Okuyucuyu ele geçirmenin en etkili yönteminin hikaye etme olduğuna başka bir kanıt da, seksenli ve doksanlı yılların kesişme noktasında Andrzej Sapkowski’nin yapmış olduğu sansasyonel yazarlık kariyeridir. Bu yazar, Polonya’da en fazla ses getiren fantezi yazarıdır. Beş ciltlik Büyücü Geralt adlı romanın müellifidir. 1986 yılında yayınlanan ve baskı sayısı oldukça az tutulan ilk öyküsü Büyücü ile edebiyat dünyasına merhaba demiştir. On sene sonra yayınladığı kitapların baskı sayısı ise Stanislaw Lem’in (dünyanın en önemli science-fiction yazarlarından biridir ancak son yıllarda tamamen deneme yazarlığı üzerine yoğunlaşmıştır) kitaplarına baskı sayısına erişti. Sapkowski, basmakalıp, bu yüzden de yazması kolay, sadece eğlendirmeyi hedefleyen ve ciddiyetsiz bir tür olduğundan diğer edebi türlere nazaran daha az önemli bir tür şeklinde değerlendirilen fantastik edebiyatı çevreleyen kalın duvarlarda hatırı sayılır büyüklükte bir gedik açtı. Sapkowski, anlatım açısından basmakalıp, buna karşın hikaye etme açısından çekici, görülmedik bir dil ve imgelem zenginliği gösteren yapıtlarında ilk başlarda İslav mitolojisinden beslenmiş, daha sonraları ise ortaçağ Avrupa’sının mit ve efsanelerine (özellikle Kral Arthur’u çevreleyen efsanelere) yönelmiş ve bunlara dair anlatımlarına apokrifaya ait bir düz yazı karakteri vermeye başlayarak fantezi kavramının dışına, kötüyle iyinin savaşımını konu edinen ahlakçı ve alegorik tarafa meyleden bir edebiyata ulaşmıştır.

“Okunacak edebiyata” özlemin net bir sinyali olarak, başka bir takım işaretlerin yanı sıra en başta Sapkowski’nin kazandığı popülerlik ve yeni kuşak yazarlar tarafından klasik anlatımın kozlarının farkına varılması, doksanlı yıllar düz yazınında hikaye etmeye yaygın şekilde dönüşü getirmişti. Popüler düz yazı roman örneklerine bağlanan kitaplar yayınlanıyordu: Öncelik polisiye romanlardaydı (Tadeusz Konwincki Bohin, Hafif Kitap; Pawel Huelle Weiser Dawidek; Andrzej Stasiuk Nadir Kitap; Stefan Chwin Hanemann; Antoni Libera Madam), korku romanı(Malgorzata Saranowicz Kız Kardeş), romans (Marek Bienczyk Terminal; Wlodzimierz Odojewski Oksana), hayalet romanları (Olga Tokarczuk E.E.; Christian Skrzyposzek Mojra), dedektiflik romanları (Gustaw Herling-Grudzinski Çölün Sıcak Nefesi; Aşkın Beyaz Gecesi). Bu tabloda baskın olan polisiye roman ve romanslar doksanlı yıllar Polonya edebiyatının, dünyanın bir muammaya dönüşmesi (polisiye roman) ve insanlar arası ilişkilerin o güne kadar var olan resimlerinin revize edilmesinden kaynaklanan ayrı bir uyumudur. Ancak hikaye etmenin geri dönüşü, entrikanın başarılı bir biçimde romana girişi parodi şiirinde olmuştu, bu da yazarlara kalıpların sınırları dışına, özellikle romansa ya da polisiye romana, örneğin okuyucuyu düşünmeye zorlama ya da konuyu başka alanlara doğru saptırma olanağı vermişti. Bunlar ağır sorunlara ilişkindi: bilinemezliğe karşı alınan tavırlar (Huelle), şimdiki zamanın anlamı (Konwincki), dünyayı yeniden okumak imkanı (Tokarczuk), rasyonalizmle irasyonalizm arasındaki sürtüşme (Skrzyposzek), tarihin karanlık mirasını alt etme şansı (Odojewski) ya da melânkolimuamması (Bienczyk, Chwin, Libera)

Romanın Parodileşmesi

Hikaye etmek düz yazının biçimsel sorunlarının yegane çözümü değildi. Doksanlı yıllarda iki değişik yönelim ortaya çıkmıştı. Bunlardan ilki, doğrudan doğruya romanın parodileştirilmesine dayanıyordu (Pawel Dunin-Wasowicz Reweleja; Marcin Wronski Pastırma Yazı Takıntı Motifi; Andrzej Tuziak Büyüler Kitabı; Cezary Domarus Caligari Ekspres; Marek Gajdzinski At Başı; Anna Burzynska Fabulantant). Bu ilk eğilimin yazarları olayın basmakalıplığını, neden sonuç ilişkilerindeki zahiriliği, entrika inşa etme talebinin yapmacıklığını, her türden kahramanın kağıttan yapılmışlığını vurgulayarak hikaye etmenin temel bileşenlerini tartışıyorlardı. Yapıtları, kendi kurgusallığını saklamaya ve metinler arası bitimsiz karışıklıklardan kendisini kurtarmaya kifayetsiz, mimetik açıdan güçsüz, okuyucuyla anlaşmanın yapmacıklığını derinleştiren, köhne ve sınırlı bir roman türü olarak beliriyordu. Bunlar, bilerek önemli ölçüde bozulmuş, roman yazımı üzerine saptırma ve uyarılarla dolu, illüzyon yaratmaya yarabilecek tüm düz yazı unsurlarının yapı bozuculuğunda gerçekleşen, en baştan itibaren parodileştirmenin hedeflendiğiyapıtlardı.

Epik Dışı Düzyazı

Hikaye etmeden kaçınmanın bir diğer yöntemi ise epik dışı düzyazı modeliydi. Polonya düzyazınının savaş öncesi zengin geleneklerine (Bruno Schulz, Witold Gombrowicz, Stanislaw I. Witkiewicz), aynı zamanda Avrupa edebiyatında iyi tanınan modele (Cervantes’in ve Sterne’nin saptırmacı anlatımlarından Lautreamont ya da Gide’nin düzyazıyla şiirlerine ulaşan) dayanan bu modelde yazar roman biçimlerini sık sık şiir biçimlerine bağlayarak şiirsel stilistik öğelerden yararlanır. Böyle bir yapıtta kahramanın yaşadığı maceraların sıralı dizimi değil, ama sözle yapılmış çağrışımlar olay akışını belirler. Eğer bir anlatıcı ortaya çıkıyorsa, yazar ona başta romandan özgürce kopuş hakkı olmak üzere, temel konudan uzaklaşma, entrikayı ve olayları yorumcunun zararına ikinci planda bırakma, saptırma ve çağrışımlara özgürlük tanıma serbestisi verir. Bu özellikler şu yapıtlarda görülebilmektedir: Marek Bienczyk (Terminal; Tworki), Natasza Goerke(Fractale; Ezme Kitabı), Aleksander Jurewicz (Lida; Tanrı Sağırları İşitmez), Zbigniew Kruszynski (Schwedenkrauter; Tarihi Taslaklar), Jerzy Pilch (Başka Hazlar; Bin Sakin Kent), Zyta Rudzka(Beyaz Klişeler; Ziyafetler ve Açlıklar); Grzegorz Strumyk (Fasulyenin Mahvı; Kino-lino), Tadeusz Komendant (Ayna ve Taş), Jakub Bulanda (Jakub Szaper takma adıyla; Boynuzlar i Sakatat), Magdalena Tulli (Düşler ve Taşlar; Kızıllıkta).

Düzyazının manzum ve hikaye etme modelleri için bir ortak özellik vardır; o da romanın düşünü görme eğilimidir. Ancak ulaştığı sonuç birinci modelde olayları hikaye etmenin zenginliği olduğu ölçüde, ikinci modelde bu enerji başka şeylere yönelir: Pilch (oyalama), Bienczyk (saptırma) ve Chwin’in (tasvir) ustası oldukları yavaşlatmaya; tekil metaforlardan romanın bütününü çıkarmaya (Tulli), geçmişin yeniden canlandırılmasında yapılan dilsel ve edebi anıştırmaları açığa çıkarılmasına (Jurewicz) ya da son olarak dünyanın adlandırmalarda kullandığımız dillerin toplamı olarak sunmaya yönelir.

Karma Ya Da Tutarlılığı Olmayan Roman

Doksanlı yıllar düz yazınının en ilginç, anlaşılması en zor ve halihazırda Avrupa düzyazınında da varolan biçimsel seçimi, herhalde karma, yani anlatım açısından “altı kebap üstü şişhane” yapıtlardır. Karma, yükümlülük getirmeyen bir edebiyat geleneğine aittir, ki bu bir manzumenin içine yerleştirilmiş yapıt ne konu ne tür ne de estetik açılardan hiçbir bütünlük oluşturmaz demektir. Anlatım burada yeri geldikçe gelişir, işlerliği çağrışımlarla, anılarla ve en önemlisi olanaklarla gerçekleşir, ki bu da anlatımın kendi içerisinde soluk alıp veren ve yazım aşamasında açığa çıkan şanslarının bir antolojisi olarak belirmesini getirir. Romana yakın duran yapıt, bünyesinde portre, anekdot, taslak, deneme, öykü, küçük ölçekli dram, yorum, resim ya da yapıta dair düşüncelerin listesini barındırabilir. Tadeusz Konwincki’nin (Kendime Bir Pamphilet), Manuela Gretkowska’nın (Paris Tarotu; Metafizik Kabare), Anna Nasilowska’nın (Domino; Doğum Mukaveleleri), Zbigniew Zakiewicz’in (Görülen ve Zamanında Durdurulan), Czeslaw Milosz’un (Alfabe; Başka Alfabeler; Yol Kenarı Köpeği), Andrzej Stasiuk’un (Dukla), Olga Tokarczuk’un(Gündüz Eviyle Gece Evi), Krzysztof Rutkowski’nin (Paris Pasajları, Çağ Sonu Raptularz; Suda Ölüm), Pawel Huelle’nin (Başka Tarihler) gibi yapıtlarında yazarın başına buyruk söylemi her seferinde gayet açıkça görülen bir düzenin çerçevesine alınır. Bu düzen alfabetik sıra olabilir (Milosz), mukavele maddelerinin sıralanışı olabilir (Stasiuk, Tokarczuk), zincir halinde sıralanma (Gretkowska’nın Metafizik Kabare adlı romanı) ya da edebiyat dışından alınmış bir sırala yöntemi olabilir (Paris Tarotu adlı yapıtın kompozisyonu tarot kartlarının sıralanmasını yansıtır; Huelle birbirlerini izleyen bölümleri, bazılarını notlarla birbirlerine bağlanmış konfigürasyonlarda birleştirerek numaralandırır). Bu sayede karma edebiyat ilginç bir rol oynamaktadır, kompozisyonuyla her türlü düzenin kendiliğindenliğini göstererek ve XX. yüzyılın sonlarında her alanda bütünlüğün – noksansız söylem yahut belirli bir tür sistemi anlamında – imkansız olduğunu anlatır. Karma kendisi için tek seferlik – kompozisyon, tür ve estetik açılardan birbiriyle ilişkili normlarını kendisi belirler, ancak bununla beraber hem entelektüel içeriği ve hem de kompozisyonu açısından büyük ölçüde de disipline edilmiştir. Bu sayede karma düzyazı, dünyanın ve edebiyatın her türlü düzeni karşısında isyankar ve bunların yorumcusu rolünü oynar. Her düzende kozmik düzenin bir kırpıntısının, ama aynı zamanda şiddete götüren bir ütopya parçacığının olduğunu gösterir.

SONUÇ

Doksanlı yıllar edebiyatı, daha sonraki kuşaklar için bir gelenek olabilecek birkaç bariz strateji şekillendirmiştir. İlk strateji, parodileştirmedir ve okuyucuyu ortaya koyduğu sorunsala çekebilmeyi kolaylaştırabilmek için (ör. Olga Tokarczuk’un Eski Zamanlar ve Başka Zamanlar adlı yapıtı sansasyonel roman biçiminde inşa edilmiş aileyi konu alan “başlangıç romanı” niteliğine sahip bir yapıttır ya da örneğin Gustaw Herling Grudzinski’nin Kule ve Başka Öyküler; Çölün Sıcak Nefesi; Don Ildebrando; Aşkın Beyaz Gecesi muamma şemasına dayalı metafizik romanlardır) klasik öykülemeden ve bariz tür şemalarından (aynı zamanda popüler edebiyat şemalarından da) yararlanmaya dayanır. İkinci strateji, manzum düzyazı geleneğine bağlanan, romanın geliştirilmesinin hikaye etmeye dayanmayan örneklerinden yararlanmakta temel bulmaktadırlar. Bunlar, kelimelerin çağrışım mekanizmasında (Kruszynski, Tulli), olaylara saptırmanın düşünü görmenin gerekçesi (Pilch, Bienczyk) ya da tasvir ve felsefi akıl yürütmenin özü olarak yaklaşmakta (Chwin) gizlenen örneklerdir; bu yöntemlerle erişilen anlatımın yavaşlatılması hem estetik keyfe yarar hem de eğer onun metinsel doğasını görebildiğimiz ve edebiyata da varoluşu kavramanın en sağlam – zira çıkar gözetmeyen – aracı olarak yaklaştığımız takdirde dünyanın okunabilir olabileceğini gözler önüne serer. Üçüncü strateji, karma edebiyat, geçmişteki yükümlülük getirmeyen yazma geleneğine (yani tematik, tür ve estetik açılardan bariz yükümlülüklerden yoksun metinler yaratma geleneğine) bağlanır, ama aynı zamanda anlatım akışının hiç öngörülemeyecek bir yerinde okumak için birkaç düzen önerisi getirir; bu strateji sayesinde karmanın, bildirme açısından cesur ve edebi açıdan rafine yapıtlar yaratılmasına izin veren, en hacimli anlatım olduğu görülmektedir.

Görünen odur ki, XXI. yüzyıl eşiğindeki Polonya düzyazınında roman seçimlerinin kutupları parodileştirme ve karma arasında tanımlanmaktadırlar.

Ek Bilgiler:

 

  • Biyografik Notlar

 

Magdalena Tulli (doğ. 1955) İlk romanı Düşler ve Taşlar (1995). Koscielski Vakfı Edebiyat Ödülünü aldı. Kızıllıkta adlı romanı 1999 yılında “Nike” ödülüne aday gösterildi.

 

Olga Tokarczuk (doğ.1962)

 

Kitap İnsanlarının Seyahati (1993) ve E.E (1995) adlı romanların yazarıdır. Eski Zamanlar ve Başka Zamanlar (1995) ve Gündüz Evi, Gece Evi (1998) adlı yapıtlarıyla “Nike” ödülüne aday gösterilmiştir.

 

Andrzej Stasiuk (doğ. 1960)

Şair, yazar. Hebron’nun Duvarları (1992), Aşk Şiirleri ve Başka Şiirler (1994) adlı şiir kitapları, Nadir Kitap (1996), Galiçya Öyküleri (1995) adlı romanları, Nehirden (1992) adlı bir öykü kitabı vardır. Koscielski Vakfı ve Kültür Vakfı’nın ödüllerini almıştır.

 

Krzysztof Myszkowski (doğ. 1952)

Yazar, Aziz Yana Göre Tutku (1991), Keçi Boynuzu (1995), Funebre (1998) adlı kitapları vardır. Koscielski Vakfı Edebiyat Ödülünü almıştır.

 

Krzysztof Maria Zaluski (doğ. 1963)

Gazeteci-yazar, film ve tiyatro oyunları senaristi. 1996 yılında yayınlanan Bodenski Triptiği adlı seçkisiyle edebiyat dünyasına merhaba dedi. Polonya Hastanesi (1999) adlı bir romanı vardır. Almanya’da yaşamakta ve üç ayda bir yayınlanan “Bundesstrasse 1” adlı edebiyat dergisinin hem yayıncılığını hem de redaktörlüğünü yürütmektedir.

 

Manuela Gretkowska (doğ.1964)

Şair ve yazar. İlk romanı Biz “Here” Göçmen 1991 yılında yayınlanmıştır. Bunun dışında Paris Tarotu (1993), Metafizik Kabare (1994), İnsanlar İçin El Kitabı (1996) adlı romanları vardır. Andrzej Zulawski’nin Şaman adlı filminin senaryosunu yazmıştır. Ayrıca 1998 yılında Şehvetperest adlı bir öykü kitabı ve yaptığı dünya yolculuğundan izlenimlerini aktardığı Dünya Seyircisiadlı bir kitap (1998) yayınlamıştır.

 

Adam Wiedemann (doğ.1967)

Şair, yazar ve müzik eleştirmeni. Erkek adlı şiir seçkisi 1996 yılında yayınlanmış, bunu 1997 yılında yayınlanan Hayvan Masalları adlı şiir kitabı izlemiştir. Düzyazı kitapları, Düzenin Heryerdeliği (1998) ve Budak köpek kaş (1999) iki kez “Nike” ödülüne aday gösterilmiştir.

 

Jerzy Pilch (doğ.1952)

Roman ve fıkra yazarı. Bir İllegal Erotik Roman Yazarının İtirafları adlı kitabıyla 1989 yılında Koscielski Vakfı Ödülünü kazandı. Kahpelikler Envanteri (1993), Başka Hazlar (1995), Bin Sakin Kent(1997), Tilki İninden Monolog (1996) adlı kitapları vardır. Aynı zamanda fıkralarını Fayton Kaybı Acısı (1994), Ölmek, İçmek ve Aptallık Üzerine Tezler (1997) adlı kitaplarda toplamış, Geri Dönüşsüz Solaklık Kaybı (1998) adlı kitabı “Nike” ödülüne aday gösterilmiştir.

 

Pawel Huelle (doğ.1957)

 

Weiser Dawidek (1987), Taşınma Zamanları İçin Öyküler (1991), Şiirler (1994), İlk Aşk ve Başka Öyküler (1996) adlı kitapların yazarıdır. Bunların dışında radyo skeçleri ve tiyatro oyunları yazmaktadır. Prestiji yüksek edebiyat ödülleri kazanmıştır; bunlardan en önemlileri Koscielski Vakfı Edebiyat Ödülü ve A. Jurzykowski Vakfı Edebiyat Ödülü’dür.

 

Stefan Chwin (doğ.1949)

Yazar, edebiyat tarihçisi ve eleştirmen. Koscielski Vakfı Edebiyat Ödülü ve PEN Kulüp ödüllerini almıştır. Hanemann (1995) ve Esther (1999) adlı iki romanı yayınlanmıştır.

 

Izabela Filipiak (doğ.1961)

Ölüm ve Spiral adlı öykü derlemesinin (1991) yazarıdır. Bunun dışında Mutlak Af (1995), Mavi Kafes (1997), Genç Hanımlar İçin Yaratıcı Yazı adlı kitapları, birçok deneme, eleştiri yazısı ve makalesi yayınlanmıştır.

 

Kinga Dunin (doğ.1953)

Kültür sosyologu, edebiyat eleştirmeni, Ev Kadınının Taosu adlı feminist kitabın, Tabu (1999) ve Rezalet (1999) adlı romanların yazarıdır.

 

Piotr Siemion (doğ. 1961)

Yazar, İngiliz ve Amerikan edebiyatları çevirmeni, Kolombiya Üniversitesi hukuki bilimler ve felsefe doktoru. Kısa Çayırlar (2000) romanının yazarıdır.

 

Grzegorz Strumyk (doğ.1958)

Yazar, ressam, fotoğraf sanatçısı. 1992 yılında ilk yapıtı olan Fasulyenin Mahvı adlı öykü seçkisini yayınladı. Ardından Bakışsız (1994) adlı şiir kitabı ve öykülerini topladığı Kino-lino (1995) ve Resim Altı (1997) adlı seçkileri yayınlandı.

 

  • Doksanlı Yıllarda Düzyazı Alanında Verilen En Önemli Ödüller:

 

1990

Gustaw Herling Grudzinski – J. Parandowski adına verilen Polonya PEN Kulübü Ödülü

Hanna Krall – Ksawery Pruszynski adına verilen Polonya PEN Kulübü Ödülü

Grzegorz Musial – Tüm sanatsal birikimi için Koscielski Vakfı Edebiyat Ödülü (İsviçre)

Bronislaw Wildstein – Su Gibi adlı romanıyla Koscielski Vakfı Edebiyat Ödülü

Henryk Grynberg – A. Jurzykowski Vakfı Edebiyat Ödülü (USA)

1991

Stanislaw Lem – F.Kafka Adına Verilen Avusturya Ödülü

Andrzej Bart – Rien ne va plus adlı romanıyla Koscielski Vakfı Edebiyat Ödülü

1992

Krzysztof Myszkowski – Aziz Yana Göre Tutku romanıyla Koscielski Vakfı Edebiyat Ödülü

1993

Piotr Wojciechowski – Tüm yazarlık birikimi için P.Büchner Vakfı Edebiyat Ödülü (bu vakıf Polonyalı işadamı Piotr Büchner tarafından 1989 yılında Varşova’da kurulmuştur)

Jadwiga Zylinska – Polonya PEN Kulübü Düzyazı Ödülü

1994

Ryszard Kapuscinski – A. Jurzykowski Vakfı Edebiyat Ödülü

1995

Stanislaw Lem – Bütün sanatsal birikimi için verilen Polonya PEN Kulübü Ödülü

Piotr Matywiecki – Sınır Taşı adlı kitabıyla Polonya PEN Kulübü Ödülü

1996

Jacek Baczak – Gece Nöbetlerinden Notlar adlı kitabıyla Koscielski Vakfı Edebiyat Ödülü

Pawel Huelle – A. Jurzykowski Vakfı Edebiyat Ödülü

1997

Olga Tukarczuk – Koscielski Vakfı Edebiyat Ödülü

Wieslaw Mysliwski – Ufuk adlı yapıtıyla “Nike” Edebiyat Ödülü (yılın en iyi yapıtına verilen Polonya’nın en önemli edebiyat ödülü)-Jüri Özel Ödülü

Olga Tokarczuk – Eski Zamanlar ve Başka Zamanlar adlı kitabıyla “Nike” Edebiyat Ödülü – Okuyucu Ödülü

1998

Stefan Chwin – Polonya PEN Kulübü Düzyazı Ödülü

Wieslaw Mysliwski- A. Jurzykowski Vakfı Edebiyat Ödülü

Czeslaw Milosz – Yol Kenarı Köpeği adlı yapıtıyla “Nike” Edebiyat Ödülü -Jüri Özel Ödülü

Krzysztof Varga – Kültür Vakfı (Polonya’daki en önemli kültür vakıflarından birisidir) Edebiyat Ödülü

Bohdan Madej – Kültür Vakfı Edebiyat Ödülü

1999

Olga Tokarczuk – Gündüz Eviyle Gece Evi adlı yapıtıyla adlı kitabıyla “Nike” Edebiyat Ödülü – Okuyucu Ödülü