Istanbul’da vefat eden Polonya Milli şair – Adam MİCKİEWİCZ

 

    Çevreni kuşatsın da birleşen ellerimiz,

 

    Ihtiyar dünya! senin sarsalım temelini;

 

    Bu eskimiş boşluktan koparalım da seni

 

    Vargücümüzle yeni imkânlara itelim.

 

    Çürümüş kabuğundan kurtulmanın vaktidir;

 

    Donan, tazelen, bize bahar çiçeklerini getir.

 

    Kıpırdansın bir parça o küflenmiş hafızan;

 

    O uzak yaratılış- oluş günlerini an;

 

    Bir koastun, meçhuldü hem maksadın hem derdin,

 

    Karanlığa gömülü ceset gibi beklerdin;

 

    Bilmezdin ne gün gelip neler olacağını.

 

    Kâinatın mimarı, kaldırdı parmağını;

 

    Dünyalar öğrendiler mihver üzre dönmeyi,

 

    Boralar uğulduyor, dalgalar düğünmeyi,

 

    Yer otlarla kaplandı, gök yıldızlarla doldu;

 

    Kainat bildiğimiz ezeli alan oldu…

 

    Tekrar girdin kaosa, şaşırdın boşlukta sen.

 

    Yeniden bir “K U N” emri verilecek, yeniden.

 

    Gelecek hürriyetten, imandan, haktan haber:

 

    Ergeç eriyecektir çeşit çeşit perdeler;

 

    Buzdan istihkâmları eritecek bir güneş.

 

    Gençliğin kıvılcımı, şimdiden yangına eş:

 

    Insanlığın samimi, milletlerin hıncı mı,

 

    Aşk gelip üfleyecek bu güzel kıvılcımı;

 

    Dönen dünyaya yine mihver olup milliyet,

 

    Doğacak parıl parıl ufkumuzda hürriyet…

Adam Mickiewicz “Gençliğe ithaf”tan
Türkçeye çeviren Behçet Kemal Çağlar.

 

Adam Mickiewicz

Polonya’nın milli Şairi’nin 1998 yılında doğumunun 200. yıldönümü hem Polonya’da hem yabancı ülkelerde çeşitli kültür etkinlikleri ve törenle kutlanacaktır. Özellikle şairimizin kaldığı ülkelerde (Fransa, Italya, Almanya, Macaristan, Romanya ve vefat ettiği Türkiye başta olmak üzere) Polonya kültürümüzde ve tarihimizde ne kadar önemli bir yer almış olduğunu yukarda anılan ülkelerin yüksek makamlarıyla beraber vurgulamaya çalışacağız.

Polonya’nın talihsiz Şairi…. Ezilmiş insanların davası için Avrupadaki 25 yıllık hayatının sonunda, milli gayeler uğrunda, Istanbul’a geldi. Maksadı Rusya ile yapılmakta bulunan Kırım Savaşı’nda, Türk hizmetinde çalışan Polonyalılarla ilişkileri arttırmak, onları güçlendirmekti. Yaptığı temaslar sırasında, şimdiki Istanbul’un Kurtuluş semtine düşen sırtlarda kurulan, çadırlardaki hastaları ziyaret etti. Oradan aldığı sanılan koleradan 1855 yıllının yağmurlu bir gününde, 26 Kasımda, oturduğu Tarlabaşı’ndaki evde sessizce öldü. Vatanları için dünyanın her köşesine dağılmış bulunan Polonyalılar’a milli şiirleriyle ışık ve güç veren şairin ölümü, dünya fikir alemini yıllarca etkiledi.

Milletlerarası tarihi bir üne sahip bulunan bu ünlü ihtilalci şairin hayatına kısaca göz atalım: Adam Mickiewicz Polonya’nın, komşu devletler tarafından parçalanmasından bir kaç yıl sonra, 1798 yılında, Novogrodek şehrinde doğdu. Küçük yaşta, haksızlığa ve baskına uğrayan vatandaşlarının, duydularını şiir halinde yazmaya başladı. Aslında çok hisli bir şairdi. Hürriyetinden yoksun kalmış ulusunun intikamını almak ve bu duyguları her Polonyalı’nın kalbinde ve kafasında filizlendirmek için, en uygun olan vasıtayı, şiiri seçmişti.

Esir milletlerin, çiğnenmiş toprakların savunucusu olan şiirleri, tüm gençliğin dilinde dolaşmaktaydı. Gençlik toplantılarında, şiirleri okunduğu zaman, şu mısraın üzerinde, tok seslerle durulurdu.:

    ” Doğmuşum kölelik içinde,

 

    Zincire vurulmuşum daha beşikte.

 

    Selam sana istikbalin fecri,

 

    Ardından doğacaktır, Hürriyet Güneşi…”

Adam Mickiewicz, milletine gerçeği anlattığı için, yaygın bir okuyucu kitlesi buldu ve çocuk yaşta iken meşhur oldu. Bu açıdan onun şiirleri, işgal altındaki Polonyalılar’ın manevi gıdası gibi aranır ve gizliden gizliye okunurdu.

Ezilmiş milletin ıstıraplarını “ATALAR” adlı milli destanında dile getirdiği zaman, 21 yaşındaydı. Bu manzum destan ile, diğer eserlerinden bazıları bugünün dünya klasikleri arasında yer almış ve yaygın olan batı dillerine çevrilmiştir.

Adam Mickiewicz delikanlılık çağındaki hareketli yaşantısını ölümüne kadar sürdürdü. Yalnız, herkesle anlaşamıyordu. Kendisi gibi, hergün vatanını düşünen onun bağımsızlığı çabası içerisinde bulunan kişilerle dostluk kurabiliyordu. Polonya’nın özgürlüğe kavuşturulması için 1819 yılında, okul arkadaşları ile gizli bir örgüt kurdu. Hem şair, hem hatip olan Adam Mickiewicz ilk gizli taplantılarında özetle şöyle konuşmuştu:

“Kutsal vatanı kurtarmak için gayretlerimizi – sonucu ölüm olabilecek korkunç ihtimallere karşı – birleştirmeliyiz. Hep birlikte, milletimiz ve vatanımız uğrunda enerjimizi harcamalıyız. Daha üstün bir şekilde, bütün engellere ve tehlikelere karşı koymak gücünü bulmalıyız. Despot bir hükümdarın yönetimine karşı, bu gibi örgütlerin havasında tatlı bir sihir vardır.”

Okul arkadaşlarının çoğu, hürriyet aşkıyla, ülküleri uğrunda, içtikleri and’a bağlı kalarak, değişik yabancı ülkelerde ömürlerini tamamladılar. Sevdiği sınıf arkadaşlarından biri Amerika’ya, diğeri Iran’a gitti. Birçoğu Fransa’ya kaçtı. Kendisi, Çarlık Rusya’sında takibata uğradı. Almanya’ya geçti. Oradan Fransa’ya kaçtı.

Çünkü Polonya’da başarısızlıkla neticelenen bir kurtuluş ayaklanması denenmişti. Bir kısım arkadaşları, Sibirya’da, sürgünde öldüler. Şair, mutsuzluk içerisinde yurdunu terk etti. Vatanın’dan uzakta fakat kalbi vatanı için çarparak yaşadı.

Adam Mickiewicz, gurbet ellere, bir göçmen gibi sığındıktan sonra bütün varlığıyla, Polonya’nın bağımsızlığa kavuşması için çaba harcadı. Bu amaçla Italya, Almanya, Macaristan ve Romanya’daki Polonyalı göçmenlerin toplantılarına katıldı. Yıllarının çoğunu, Paris’te profesörlük yaparak, aynı zamanda Fransa’ya sığınan Polonyalı ihtilalcilerle işbirliği yaparak geçirdi. Dünyanın dört bucağına dağılmış olan Polonyalı göçmenlerle yazışmalar yaptı, birleştirici ilişkiler kurdu.

Hayatta tek sevdiği şey, kanayan hassas kalbi ile bağlı bulunduğu vatanının kurtulması ve insanların yüceltilmesiydi. Tüm şiirlerinde bunu işliyordu. Yazılarının belli başlı konusu, esir milletlerin ve bağımlı ülkelerin savunulması ve insanlık duygularının dünyanın dört bucağını sarmasıydı. Şiirlerinin çoğu, gençliğe hitabe şeklindedir. Milletine daima doğruyu anlattığı için yaygın bir okuyucu kitlesi bulmuştur. Ünlü bir şiirinde ulusunun ıstırabını şöyle dile getirmiştir: “Ben kendimi milyon sayarım. Çünkü, milyonlarca ezilmiş insanın ıstırabını çekiyorum….”

Gençlik yıllarında sevdiği bir kız yüzünden hayal kırıklığına uğraması, onun kalbini, kafası gibi, vatanına bağladı. Artık onun kalbi, aşkı için değil, yurdu için çarpıyordu.

Aşkının hikayesi şöyledir:

Şair, çocuk yaşında Maria Wereszczakowna’ya aşık oldu. Ancak devrinin geleneğine göre, asil bir aile kızı olan Maria, halk tabakasından birinin oğlu olan, Mickiewicz ile evlenemezdi. Sevgilisinin ailesi, kızlarının evlenme arzusuna şiddetle karşı koydu. Birbirini içtenlikle seven gençler, toplumlarının geleneksel kurallarına boyun eğmek zorundaydılar. Gözyaşlarıyla birbirlerinden ayrıldılar. Şair Adam Mickiewicz, içinin burukluğunu, sonsuz sevgisini, şiirlerine aktararak, Wereszczakowna’nın adını, Polonya edebiyatında ebedileştirdi. Maria, babasının seçtiği, başka bir gençle zorla evlendirildi.

Polonya’da, babaların sözü dinlenir. Babalara, son derece saygı büyük gösterilir. Türk usulü gibi, orada da babaların elleri öpülür ve yanlarında asla sigara içilmez.

Şair Adam Mickiewicz bir şiirinde, 16 yaşındaki bir Polonyalı’nın ailesine haber vermeden, evden kaçarak Varşova Savaşı’na gönüllü olarak katıldığını ve büyüklerine haber vermeden bu işi yaptığı için günlerce pişmanlık duyguları içerisinde ezildiğini anlatır. Şair, yazılarında daima aile büyüklerine saygı duyulmasını, öğütler. Mickiewicz bu şiiri, belki de sevdiği kızın hareketini, kendi kalbinde, mazur göstermek amacıyla yazmıştır, bilinmez.

Bir halk çocuğu olan Adam Mickiewicz, Wereszczakowna ile evlenmesi yasaklanınca, bir müddet sarsıntı geçirir. Daha sonra Paris’te, profesörlük yaparken, Polonya’dan kendisi gibi kaçmayı başaran bir kızla evlenir. Bundan iki kızı bir oğlu olur. Eşi fedakâr bir kadındır. Kocasına hem fikir arkadaşlığı yapar, hem de çalışarak ev masraflarına katkıda bulunur.

Polonya’nın ünlü şairi Adam Mickiewicz 1830 ayaklanmasından sonra yurdundan kaçtığı zaman 32 yaşındaydı. Fransızcayı bir hatip gibi, olağanüstü konuşurdu. Devrin Milli Eğitim Bakanı Victor Lausen, üniversiteye Slav Edebiyat Kürsünü kurdu ve şairi bu dersi okutmakla görevlendirdi. Şairin iki profesör arkadaşı olan Michelet ve Quinet ile müşterek çalışmaları çok başarlı oldu.

Adam Mickiewicz Paris’te ders verirken, oradaki Polonyalılar’ın örgütlenmesi ile de meşgul oluyordu. Daha sonra bu amaçla Isviçre’ye, Roma’ya gitti ve orada profesörlük yaptı. Tekrar Paris’e dönerek “Ulusların Kürsüsü” adlı bir dergi çıkardı. Bu dergiyle, ezilmiş ulusların, kahra uğrayan halkların haklarını savundu.

Adam Mickiewicz 1855 yılında Istanbul’a geldi. Bu geliş, Boğaziçi’nde eğlenmek ve dinlenmek amacıyla değildi. 1848 yılında Osmanlı Devleti’ne sığınan Polonyalılar’ın durumunu incelemek ve 1853 yılında başlayan Kırım Savaşı’nda onların Türkiye safında aldıkları yeri güçlendirmek gayesiyle Osmanlı Devleti’ne gelmişti. Çünkü Kırım Savaşı Polonyalılar için, bir fırsattı. Fransızlar, Ingilizler, Sardunyalılar, Ruslar’a karşı Türkler’i desteklemekteydiler.

O sıralarda Osmanlı Devleti’nde, Polonyalı Kazaklardan bir askeri birlik kuruldu. Kumandanlığını Polonya asılı Michal Czajkowski adlı ve müslüman olunca Sadık Paşa olarak tanınan Kont Çayka tayin edildi. Sadık Paşa, Adam Mickiewicz’in eski bir dostuydu. Hatta onun gibi bir yazar ve şairdi.

Polonya’nın milli şairi Mickiewicz cebinde, lll. Napolyon’un bir mektubu ile seyahata çıkmıştı. Bu açık mektupta, Fransa Imparatoru şaire her yerde saygı gösterilmesini, rica ediyordu. Adam Mickiewicz 1855 yaz sonlarında Istanbul’a gelerek şimdiki Bulgaristan’daki Burgaz’a gitti. Orada savaşa hazırlanan Polonya birliklerini ziyaret etti. Hemşerisi Çayka Paşa’nın misafiri oldu.

Adam Mickiewicz’in Istanbul’daki Yaşantısı

“Gemi sabah saat beşte, güneş doğmadan Istanbul Limanı’na girmek için yavaşlıyordu. Saat altıda şehri değil, adeta bir mucizeyi gördük (…) Doğan güneş bütün pencereleri ve minareleri altın ışınlarıyla parlatıyordu. Gerçekten büyüleyici bir şehir”. Mickiewicz’in Doğu seyahatinin yoldaşı Henryk Sluzalskı Istanbul’dan ilk izlenimlerini böyle anlatıyordu. Anlatılan sabah 22 Eylül 1855 gününün sabahıydı. Arkadaşlarıyla birlikte adı geçen Sluzalskı ve şairin sekreteri olan Armand Levy ile Istanbul’a gelen Mickiewicz, karşılaşacağı yaşam koşullarının ilkel nitelikte olmasını bekliyordu. Polonyalı grubun yanlarında kamp hayatında kullanılabilecek her türlü eşya vardı. Bunların gemiden indirillmesinin iki saat sürdüğü bilinmektedir.

Ama çadırlar hiç kurulmadı. Levy, Mickiewicz’ın oğluna yazdığı mektupta Şairin Istanbul’daki ilk dairesinin bulunuşu şöyle anlatıyordu: “Galata iskelesine bir sandalla götürüldük. Ondan sonra, babanı kendisine davet etmek için güverteye gelmiş olan bir Polonyalı tabibin evine gittik; oraya eşyalarımızı bıraktık. Sonra aynı binadaki dairelerden birinin boş olduğu anlaşıldı. Oraya yerleştik. Henryk buna gerçekten sevindi, çünkü çadırının kurulabilmesine elverişli bir avlu bulamayacağını düşünüyordu”.

Tarihçilerin tespit ettiklerine göre Mickiewicz’in Istanbul’da oturduğu yer Galata’daki St Lazar manastırıdır. Bugün bu adresin kesin olarak saptanması oldukça zordur. Çünkü Sluzalskı’nin yazdığına göre ” o yer Galata’da bulunuyor, ama ne ev numarası ne de sokağın ismi belirtilmemiş.”

Daire oldukça küçüktü – Yine Levy’nin Wladyslaw Mickiewicz’e yazmış olduğu mektuba dönelim: “Bu tek odalı bir daire idi. Her köşede üçümüzden biri oturuyorduk. Kapı dördüncü köşede bulunuyordu. Karyola yerine halı üzerine şilte seriyor, yorgan yerine paltolarımızı kullanıyorduk.”

Paris’ten Türkiye’ye yapılan çok pahalı yolculuktan sonra içine düştükleri maddi sıkıntılar, Şairin ve arkadaşlarının bu kadar mütevazi yaşamalarına sebep oldu. Istanbul’da ikamet eden Polonyalılar birkaç defa yardım teklif ettiler, fakat Mickiewicz bu yardımları kabul etmek istemedi. Bu ilkel göçebe hayatının bir ölçüde Şairin düşgücünü cezbettiği görülmektedir. Henryk Sluzalski 23 Eylülde şöyle yazıyordu: ” Iki gündür Türk usülü yaşıyoruz. Burada ucuz olan tavuklu pilavı kendimiz pişirip yiyoruz. Herkes bize tuhaf tuhaf bakıyor”.

3 Ekim 1955 günü Burgaz’a (bugünkü Bulgaristan’da bulunmakta olan şehir) yolculuk ettiğinden Şairin Sent Lazar Manastırındaki günleri sona erdi. Bulgaristan’a yolculuk iki hafta sürdü. Mickiewicz arkadaşlarıyla beraber tekrar Galata’ya döndü. Çeşitli vakayinamelerde belirtildiği gibi Istanbul’a döndüğünde ağır hastaydı. Aynı dairede birkaç gün kaldı, ama Sluzalski ile Levy hemen yeni bir daire aramaya başladılar. Gerek şairin mektupları gerekse Ludwika Sniadecka’nın notları yaşayışlarını anlatmaktadır.

Mickiewicz bir mektubunda: “Evde yemeği kendimiz pişiriyoruz. Şu anda benim yoldaşım kamasıyla pilici kesiyor, sonra üstüne pilav koyacağız. Işte nefis bir öğle yemeği olacak. Bu akşam yaşantısı devamlı olarak iştah açıyor” şeklinde yazıyordu.

Ludwika Sniadecka ise Mickiewicz’in Istanbul’da kalmasını şöyle anıyordu:” Sadık Paşa’nın tutumundan dolayı hastalanıyor, kendisine tamamen aldırış etmiyor. Hiç bir zaman şikayetçi değil… Ama Galata’daki yoksulluğu göze çarpıyor. Mickiewicz arkadaşlarıyla birlikte müsait bir daire aradığı süre içinde yemeklerini lokantalarda yerdi”.

Yeni bir daire arama çalışmaları sürdürülüyordu. 1 Kasımda mesele nihayet halledilmiş gibi görünüyordu. Şairin dostları Kalenci Kuluk sokaktaki “çok güzel, üç müstakil odası olan küçük bir evi” bir Türk vatandaşından kiraladılar, fakat yabancıların o binaya taşınması Türk uleması tarafından şiddetle protesto edildi.

Bu kadar huzursuz bir otelde uzun süre oturulmasını şaşılacak bir şey değildi. Nihayet 8 Kasımda Mickiewicz dostlarıyla birlikte Pera’nın uzak kısmındaki “oldukça temiz bina”ya taşınır. Bu daire, kocası o anda Istanbul’da bulunmayan Bayan Rudnicka’dan kiralanmıştır. Prof. Jan Reychman, Mickiewicz’in Istanbul’daki son dairesinin konumunu söyle belirler: “Semt Papaz Köprü ismini taşımaktaydı(…). Pera’nın merkezinden (Kalyancı kalenci) caddesi veya Sakız Ağaç sokaktan geçilerek bugünlerde Serdar Ömer Paşa sokağı adını taşıyan Yeni Şehir sokağında zikretmiş olduğumuz küçük binaya varılırdı. Bu semtte sokakların tam olarak planlanmadığı ve dağınık halde olan küçük binalar bulunduğu için Mickiewicz’in oturduğu binanın konumunun tam belirlenmesi mümkün değildir. 1870 yılındaki yangın sonucu bu bina tamamen yanmıştır. Sonra Belediye sokakların planını tasarladı bina halen Yeni Şehir sokak ve şimdiki adıyla Tatlı Badem sokağı denilen küçük sokağın köşesinde bulunmaktadır”.

Kiralanmış olan daire mütevazi ve karanlıktı. Mickiewicz’in oturmuş olduğu odanın betimi günümüze kadar ulaşmıştır; “Sağ köşede şairin son nefesini verdiği beyaz örtülü demir karyola vardır. Yatağın yanında, çocuklarına, dostlarına ve tanıdıklarına mektuplar yazdığı ufak masa, biraz ötede divan ve hasır koltuk yer almaktadır. Kapının yanında lavabo, başka bir masa ise odanın ortasında bulunmaktadır. Duvarlarda ayna ve birkaç taşbasma asılıdır. Hepsi çok mütevazi ve ilkel…”.

Kira yüksek olmadığından Mickiewicz bu karanlık daireye taşınmaya razı oldu. Ayrıca da orada uzun zaman kalmaya niyeti yoktu. Aralık başında Bulgaristan ve Sırbistan’a yolculuk edecekti. Maalesef ölümcül hastalık bu planların gerçekleşmesine imkân vermemiştir.

Şairin Istanbul’daki Evi

Istanbul’un Beyoğlu semtinde (Tatlı Badem sokağı)’nda köşebaşında, 29 nolu bir bina vardır. Bu üç katlı, her katta küçük iki odası bulunan 128 yıl önce, Polonya’nın milli şairi Mickiewicz’in oturduğu ve gözlerini kapadığı evdir. Bu ev Kırım Savaşı’nda Polonyalılar’ın “toplandıkları, hararetli konuşmalar yaptıkları, bir merkezdi. Adam Mickiewicz ve arkadaşları bu evde kalırlar, yemeklerini kendileri pişirirlerdi. Polonyalı göçmenler arasında, 1830 yılındaki ayaklanma sonunda Istanbul’a gelen, ve Polonezköy’ü kuran Adam Czartoryski, yazar T.T. Jez ile (Hanri) takma adıyla Sobozowski ve sonradan müslüman olan Adam Michalowski de vardı. Şairin evinde kalan yakın arkadaşlarından Sobozowski o günlerde gönüllü olarak Kırım Savaşı’na katılacaktı. Ilk iş olarak bu savaşa katılanların giydikleri orijinal bir kalpakla, elbise satın aldı. Şair Mickiewicz, anılarında, bu arkadaşının orijinal kalpağıyla, pasaportundan başka hiçbir şeye değer vermediğini uzun uzun anlatır. Polonyalılar’ın Tarlabaşı’nda o sıralarda yadırgadıkları tek şey yangındı. Çünkü Istanbul’da sık sık yangın oluyordu. Günün birinde kendi evlerine sirayet edeceği korkusuyla, bu savaş yolcusu arkadaşının, uyurken kalpağıyla pasaportunu daima yastığının altına yerleştirdiğini, bir yangın çıktığında, önce bunları kurtarmayı tasarladığını hikaye eder.

Şair’in Istanbul’da koleradan ölümü

O günlerde, Istanbul’da, Kolera kol geziyordu. Şair, koleralı hastalara, geçmiş olsun ziyaretinde bulundu. Oradan aldığı Kolera mikrobuyla, 10 gün içerisinde, göçüp gitti. Hastalığının kolera olduğunu ve bu hastalıktan kurtuluş bulunmadığını biliyordu. Bir ülkü uğrunda, Türkiye’ye gelmiş bulunan şairin-bile bile ölüme giderken-başucundan ayrılmayan vefalı arkadaşı ve Türk ordusunda büyük hizmetleri bulunan Polonyalı Iskender Paşa’ya şöylediği son sözler, şu oldu:

“Istanbul’da, koleradan öleceğimi bilseydim, yine buraya gelirdim. Çünkü bu benim görevimdi. Ben, Fransa’da bir ilim akademisinin umumi katibi olmaktansa, bir Türk taburunun katibi olmayı tercih ederim.”

Ölürken de belirttiği gibi, Mickiewicz’in Fransa’daki son şerefli görevi, ilim akademisi umumi katipliğiydi. Fakat Türk ordusunda bir katip olarak çalışmayı, Fransa’daki ilmi görevinin üstünde görüyordu.

26 Kasım 1855 günü Şair Pera’da (bugünkü Beyoğlu) vefat etmiştir. Şehrin kenarındaki bu karanlık oda Şairin binbir güçlükte dolu hayatını simgelemektedir.

Adam Mickiewicz’in ölümü çok soğuk ve kapalı bir güne rastlar. Tarih: 28 Kasım 1855’tir. Şair’in arkadaşı olan Tarih Yazarı T.T. Jez’in cenaze törenini tasvir eden yazısından anlaşıldığına göre, gurbette ölen bu Hürriyet Şair’i için, Istanbul’da çok sessiz bir tören yapılır. Bu töreni siyahlar giymiş müslümanlar, Mollalar da hüzünlü çehrelerle izlerler. Şair’in oda arkadaşı bu hazin cenaze törenini şöyle anlatıyor:

“Beyoğlu’nun çamurlu yolları arasında, bir çift öküzün çektiği, sade bir tabut vardı. Polonyalılar’dan başka, kimse yok sanıyordum. Yanılmış olduğumuzu biraz sonra anladık. Arkamızda, sokağı kaplamış, başlarına siyahlar sarmış, sel gibi bir kalabalık akıyordu. Cenaze alayında, her ulusu temsil eden kişiler vardı. Sırplar, Dalmaçyalılar, Karadağlılar, Arnavutlar, Italyanlar, özellikle Bulgarlar çoğunluktaydı. Ölenin şahsında, Slav şairin dehasına duydukları saygıyı böylece gösterdiler”.

Adam Mickiewicz’in karnı yarılarak çıkartılan iç organları, bugün sessiz bir ev olarak duran, binanın bodrumuna gömüldü. O zamanki usule göre, tahnit edilen cesedi, Fransa’nın Türkiye’deki elçiliği vasıtasıyla Paris’e gönderildi. Çünkü şair, her yerde III. Napolyo’nun misafiri sayılıyordu. Mickiewicz’in cesedi Paris’teki Madlen Kilisesi’nde yapılan hüzünlü bir merasimden sonra, oracıkta toprağa verildi. 1890 yılında da Paris’teki mezarı açılarak, kemiklerinin bakiyesi Polonya’ya gönderildi. Krakow’da bulunan Wawel Kraliyet Şatosu Kilisesinin mezarlığına gömüldü. Bu suretle, Şair’in bugün, Istanbul’da, Paris’te ve Polonya’da olmak üzere üç ayrı yerde, hatırası yaşamaktadır.

Adam Mickiewicz’in ölümünden sonra Kalenci Kulluk sokağındaki bu bina Istanbul’a gelenler veya Istanbul’da devamlı oturan Polonyalılar tarafından sık sık ziyaret edilmektedir. 1861 yılında Şairin oğlu Wladyslaw da burayı ziyaret etmiştir. Öğrendiğimize göre sonra bu binada “Babamın son günlerini geçirmiş olduğu yeri görmeme izin vermiş çok anlayışlı müslüman bir aile oturuyordu” demiştir.

Pera’nın büyük kısmı gibi 1870 yangınının sonucunda bu bina da yanmıştır.

Daha sonra 1831 Isyanı’ndan sonra Türkiye’ye iltica etmiş olan Jan Gorczynski, bugün de aynı yerde bulunmakta olan tuğla binayı yaptırmıştır. Gorczynski’nin kızı – Bayan Ratynska – 1884’te bu binayı şöyle anlatıyordu: “Şairimizin hatırası olarak ancak vefat etmiş olduğu binanın arsası ve Adam ismini taşıyan sokak kalmıştı. Babam eski binanın yerine yenisini yaptırdı ve ön kapının üzerine hatıra levhasını yerleştirtti.” Bu askı hatıra levhası bugün binanın cephesinde görülebilmektedir. Levha üzerinde lehçe-fransızca şöyle yazmaktadır:

ADAM MICKIEWICZ’IN 26 KASIM 1855 TARIHINDE VEFAT ETMIŞ OLDUĞU YERDE ŞAIRIN ANISINA BU BINA YAPTIRILDI/EN CETTE PLACE MOURUT LE 26 NOVEMBRE 1855 ADAM MICKIEWICZ POETE POLONAIS.

Cephenin sol kısmında ise “Adam sokak” yazısı bulunmaktadır. XIX yüzyılın sonlarında Polonyalılar arasında, orijinal olmamasına rağmen, yanmış binanın planına uygun olarak yapılan binanın alınabileceği düşüncesi ortaya çıkmıştır. 1891’de Istanbul Polonya Yardımlaşma ve Hayırseverlik Derneği bu amaç doğrultusunda çağrıda bulunmuş, 1902 yılında ise Lvov Adam Mickiewicz Edebiyat Derneği kamu aidatları toplama hususunda bir bildiri yayımlamıştır. Küçük binanın, oturulabilir duruma getirildikten sonra, Polonyalı mülteciler için barınak oluşturacak, ayrıca da içinde Doğu’daki Polonya hatıraları müzesine yer verilecekti. Bu çağrı da Krakow Üniversitesi çevresince desteklendiği için gerekli meblağ biriktirilmiş, fakat 1905 yılında istenilen fiyat yüksek olduğundan binanın alınmasının olanaksız duruma düştüğü haberi Türkiye’den gelmiş ve para Polonya’ya geri gönderilmiştir. Bina ise Ratynski ailesinin elinde kalmıştır.

1909 yılında Mickiewicz’in Istanbul’daki binasının önünde Kırım Savaşı’nda şehit olan Polonyalılar şerefine düzenlenen bir tören yapılmıştır. Ittihad ve Terraki Fırkası tören düzenleme komitesi başına geçmişti. Meryem Ana Kilisesi’ndeki ayinden sonra Polonya ve Türk bayraklarıyla süslü kortej Mickiewicz binasına kadar gelmiştir. Daha sonra hatıra plakası açılmıştır. Şimdi yerinde olmayan hatıra plakası üzerinde lehçe ve fransızca şu yazı vardı: POLONYALI BÜYÜK ŞAIR VE VATANPERVER ADAM MICKIEWICZ – TÜRK DOSTU. ITTIHAD VE TERRAKI FIRKASI. 10 TEMMUZ 1909. Şairin binasının önünde yapılmış olan törenin programı, binanın sahibi olan Marcin Ratynski’nin açılış konuşması ve Ittihat ve Terraki Fırkası adına, Türk Milletinin Polonyalılara karşı çok sıcak duygular beslediğini ifade eden Seyfeddin Paşa’nın (Tadeusz Gasztowtt) konuşmasını kapsamıştır. Törenin sonunda, müslüman geleneklere uygun olarak, Adam Mickiewicz şerefine kurban kesildi. Bunu müteakip diğer konuşmalar yapılmış ve nihayette törene katılanlara şairin portreleri dağıtılmıştır.

1933 yılında Şairin şerefine üçüncü hatıra plakası açıldı. Bu plaka Istanbul’da ikamet eden Polonyalılar tarafından yaptırılmıştır. Bugüne kadar bulunan levha üzerinde şu yazı görülmektedir. BÜYÜK DAHI ŞAIRIMIZ ADAM MICKIEWICZ ÖLÜM YILDÖNÜMÜ MÜNASEBETTIYLE ISTANBUL LEHLERI – 1855 – 1933.

Ölmüş olduğu binada Adam Mickiewicz Müzesi’ni kurma düşüncesi Şairin ve vefatının 100. yıldönümünde, yani 1955 senesinde gerçekleştirilmiştir. Polonya Kültür ve Sanat Bakanlığının gayreti ve Türk makamlarının yardımı sayesinde şairin hayatını konu alan sergi açılmıştır. Tatlı Badem Sokağındaki binanın cephesi üzerinde bulunmakta olan dördüncü hatıra levhası bu olayı anımsatmaktadır.

1855-1955- MÜZE BÜYÜK POLONYALI ŞAIR ADAM MICKIEWICZ’IN VEFATININ 100. YILDÖNÜMÜNDE AÇILDI

Aynı zaman binanın mahsenindeki bir oda Şairin sembolik kabrine tahsis edilmiş, içine haç ve üzerinde 26 KASIM – 30 ARALIK 1855 – ADAM MICKIEWICZ’IN GEÇICI KABRI yazısı bulunan hatıra levhası yerleştirilmiştir.

Başlıca fotoğraflardan oluşan o zamanki sergi Adam Mickiewicz Müzesi’nce hazırlanmıştı (bugün Edebiyat Müzesi). Milli Müze’nin Krakow Şubesinden Prof. Zdzislaw Zygulskı tertipleme işlerini yönetiyordu, Müzenin çalışmasını güçlendiren etmen ise binanın özel ellerde olmasıydı. Türk makamlarının 1979 senesinde binayı Istanbul Türk ve Islam Eserleri Müzesi’nin himayesine vermiş olması genel tamiratın yapılmasını ve Polonya tarafının işbirliği ile modern müze icaplarına uygun olan serginin gerçekleştirilmesini sağlamıştır.

* * *

Geçmişte Polonya’nın komşuları tarafından yutulmak istendiği yıllarda, buna hiçbir Avrupa Devleti ses çıkartmamıştır. Bu ülkenin parçalanmasına tek itiraz sesi, Türkler’den gelmişti. Tarih, Türk ulusunun cesaretini, insancıllığını, ve mazlumlara karşı yakın ilgisini gösteren böylesine göğüs kabartıcı olaylarla doludur. Büyük Şair Mickiewicz gerek Paris’te, gerekse Türkiye’ye geldiğinde bunu daima tekrarlamıştır:

“Polonya’nın, komşu düşmanlar tarafından ezilmesine hiçbir devletin ses çıkarmadığı günlerde, tek dostumuz Türkler olmuştur. Biz Türkler’i düşmanımızın önünde eğilmediği ve Polonya’nın işgalini kabul etmediği için, üstün bir millet olarak severiz.”